Blogumun ilk paylaşımını benim gibi gençlere yönelik yapmaya karar verdim. Uzun zamandır konuşmak istediğim ama dinleyici bulamadığım bir konu hakkında: Gençlik Rüyası. Blogumun amacı da zaten tam olarak bu. Bugün genç olmanın dayanılmaz hafifliğini yani ‘Teenage Dream’ konseptinin kapitalistler tarafından nasıl hayatımıza yerleştirildiği hakkında yazmak istiyorum.
Aslında genç yani ‘teen-ager’ konsepti hayatımızda 1940’lara kadar yoktu. 1944’te Life Magazine dergisinde bahsedilmekle birlikte ciddi anlamda hayatımıza girmiş oldu. Tabii ki burada bahsedilen gençler orta-üst sınıf beyazlardan oluşmaktaydı. O dönemin gençlik anlayışını anlayabilmek için Elliot E. Cohen tarafından New York Times gazetesinde yayınlanan ‘Teenage Bill Of Rights’ yani ‘Gençlik Hakları Beyannamesi’ adlı köşe yazısını da inceleyebilirsiniz. Günümüzden pek de farklı olduğunu düşünmüyorum.
Gençlik kavramına tekrar geri döndüğümüzde bu dönemde belki de yaşadığımız en önemli değişim kendi kimliğimizi inşa ediyor oluşumuz. Psikoloji alanında bir yeterliliğim yok ama ergenliğini sağlıklı geçiremeyen bir bireyin konforlu bir hayat sürmesinin mümkün olduğuna inanmıyorum. İnsan tek başına bir canlı değildir. Hepimizin arkadaş edinebilmesi için belirli sosyal kabullere ihtiyacımız vardı. Gençliğin başlarında, yaklaşık lise dönemlerinde, bu sosyal statüler çok kesin çizgilerle belirliydi. Popüler olanlar, inek olanlar vs. Hayatın kompleksliği ve zorluğu arasında kendi kimliğimizi bulmaya çalışmak yeterince zor değilmiş gibi sosyal baskı da çok üst derecedeydi. Kendisiyle ilgili birçok şeyi değiştiren insanlar tanıdım, ben de bunlardan biriyim. Küçük yaşta estetik ameliyatlar geçiren, kilo verme uğruna yeme bozuklukları ile mücadele eden, toplum tarafından kabul edilmediği için sosyal fobi ve birçok psikolojik rahatsızlıkla uğraşan, bu arkadaşlarımın hepsinin ortak noktaları hayatlarının bir döneminde ötekileştirilmiş olmaları. Aslında istenen şey kendini kendi bedeni daha iyi hissetmek, toplumsal kabul hatta bunun daha da ilerisinde tekrar ötekileştirilmemek, yok sayılmamak, tekrar aynı tecrübeleri yaşamamak. Birçoğu tarafından kabul edilmeyen nokta da kendilerini değişerek daha iyi hissedecekleri sanrısının toplumsal kabulden geçmesi.
Gençliğin kompleks yapısı ve bu dönemde hissedilen zayıflıklar hakkında konuştuk. Şimdi sırada bunun pazara dökülme stratejisinde. Öncelikle herkes bilmesine rağmen üstünde durmaktan kaçınmayacağım bir noktadan bahsetmek istiyorum; markaların asıl sattıkları şey. Markaların hala işlevsellik, rahatlık ve konfor gibi unsurlar üzerinden satış stratejisi oluşturduklarını düşünmek safça olacaktır. Bu şayet doğru olsaydı Apple telefon piyasasında Iphone 11 modelinden sonra ürettiği telefonları satamazdı. Markaların satış stratejilerini üzerine oluşturdukları asıl şey duygudur. Apple size bir telefon satmaz, o telefona sahip olmanın sizde yarattığı o duyguyu satar, o sosyal statüyü satar. Ayakkabı reklamlarında o ayakkabının ne kadar konforlu olduğu üzerinde durulmaz, o ayakkabıyı giyenlerin ne kadar mutlu ve neşeli olduğu duygusu üzerinde durulur. Febreeze’in hikayesini biliyor muydunuz? Charles Duhigg’in ‘Alışkanlıkların Gücü’ adlı kitabından okuduğum kadarıyla aklımda kalanı bilmeyenler için paylaşıyorum.
Dünya’nın en büyük şirketlerinden biri olan Procter&Gamble’ın mühendislerinden biri bir gün kimyasal bir madde ile çalışırken üzerindeki sigara kokusunun neredeyse tamamen yok olduğunu fark ediyor. Şirket daha sonra ürünün satış rekorları kıracağı beklentisi ile piyasaya sürmeye karar veriyor. Spreyin piyasaya sürülen ilk hali koku içermiyor. Reklamlarında çok dağınık ve kötü kokan bir ev kullanıyorlar, ardından sprey sıkılıyor ve tüm kokunun yok olduğu söyleniyor. Bu reklam sonrasında Febreeze, beklenen başarıya ulaşmıyor. Sonrasında araştırma ekibi bunun nedenlerini öğrenmek için araştırma yapmaya başlıyorlar ve fark ediyorlar ki insanlar bu ürünün evleri kötü kokan ve dağınık olan insanlar için üretildiğini, kendilerinin bu insanlardan biri olmadığını bu nedenle almadıklarını öğreniyorlar. Ardından reklamlarında bugün de alışık olduğumuz şekilde temiz evler göstermeye başlıyorlar ve ürünlerine koku ekleyerek aslında bu temizlik hissini satıyorlar. Diş macunlarının naneli olması, şampuanların köpürmesi bunların hepsi aslında o temizlik hissini veren, insanlara o ürünü aldıran şeyler, başka bir fonksiyonları yok.
Gençliğe geri döndüğümüzde o dönemin karmaşık ve duygusal yapısı dürtüselliğe ve duygusal olarak kolay yönetilmeye oldukça müsaittir. Ayrıca bu yaştan bir kitleye hitap etmeye başladığınızda daha sadık bir kullanıcı kitlesi elde edersiniz, bu da gençler ve çocukları kazan kazan stratejisinin doğrudan bir hedefi haline getirir. Gençlik için de tıpkı ‘Amerikan Rüyası’ gibi ‘Gençlik Rüyası’ ismi verilen gerçek dışı bir dünya kurma yoluna gidildi. Zaten kişiliklerini bulmaya çalışan genç nesle markalar, lüks veya lüks görülen eşyalar üzerinden bir kimlik yaratıldı, bu kimlik satılmaya çalışıldı.
Bugün ortaya konan gençlik rüyası kavramı yüzünden ve buna uyamadığı için hayatının ne kadar kötü olduğunu düşünen bir sürü genç olduğunun bilincindeyim. Amerikan filmlerinde bize pazarlanan yeşillikli kocaman kampüslerin olmadığı, üniversiteye girmenin yalnızca bir yıllık emek olup ardından gelecek o dönemin gezerek, eğlenerek, partileyerek geçeceği bir geleceğin hayalini kurup bunlara sahip olamayan bir sürü gencin olduğunu biliyorum. Bize öğretilen doğru olanın mutluluk olduğu, kendimizi hep ödüllendirip şımartmamız gerektiği, mutsuz durumlardan uzaklaşmamız ve uzaklaşmanın da çok kolay olduğu yönündeydi. Maalesef Kıbrıslı Zenon gibi yalnızca varolmanın bize mutluluk getirebileceği bir zaman diliminde doğmadık, doğmadığımız gibi böyle hissetmemize de fırsat verilmedi. Spinoza gibi düşünürlerin de seçimlerimizi hür irademizle yapmadığımız ve her şeyin Tanrının planının bir parçası olması düşüncesi günümüz dünya sisteminden epeyce uzak kaldı.
Hep önümüzde mutluluğu yakalamak için hedefler vardı: İyi bir lise, iyi bir üniversite, iyi bir iş, iyi bir eş, ev al, araba al, evini dekore et… Mutlu olmak hep bir hedefti. Ne olmak istiyorsun sorusuna mutlu olmak cevabını veren bir sürü kişi olduğunu biliyorum. Artık mutlu olmanın bir hedef değil bir yaşam biçimi, bir olma durumu olduğunu kabullenmek gerektiğini düşünüyorum. Mutsuzluk ve diğer olumsuz duygularda da bu kadar abartılacak bir şey olmamalı. Mutluluk kadar diğer duygu durumları da geçicidir. Ben bu felsefeye inanmak istiyorum.
Yazın çalıştığım bir işte çok sevdiğim bir patronum vardı. Bana ‘Hayatı çok ciddiye alıyorsun’ demişti. ‘Başarısız olduğunda hiçbir şey olmayacak. Ben okul okumadım ama hala bir şekilde yaşıyorum, dünyanın sonu değil hiçbir şey.’ “Dünyanın sonu değil” cümlesi benim için gerçekten kabullenmesi güç bir kelime. Benim için ve benim gibi kodlanan birçok genç için de böyle olduğunu biliyorum. Ama bazen gerçekten bunu hatırlamak gerekiyor. Gençlik yılları hayatının en güzel yılları olmak zorunda değil, hiçbir şey kaçırmıyoruz. Hayatın, toplumun önümüze koyduğu belli standartları karşılamadığını düşünerek üzülen herkes için ilk blog paylaşımımın böyle olmasını istedim. Her şey yolunda, hayata geç kalmadınız, böyle hissettiriliyorsunuz, çünkü kontrol ediliyor olmanıza, sürekli çalışır vaziyette olmanıza ihtiyaç var. Çünkü insanın insan olarak görüldüğü değil, kazanç kapısı olarak görüldüğü bir devirde yaşıyoruz. Sevgilerle…
Gençlik Rüyası Aslında Bir Kapitalist Pazarlamadan Mı İbaret?
One response to “Gençlik Rüyası Aslında Bir Kapitalist Pazarlamadan Mı İbaret?”
-
Uzun zamandır okuduğum en güzel yazılardan biri. Diliniz çok akıcı ve anlaşılır. Umarım böyle güzel yazıların devamı gelir
Leave a Reply